17 Mayıs 2010 Pazartesi

100.YARATILIŞ BİLİMSEL BİR GERÇEKTİR


Bir teorinin bilimsel olup olmadığını görmek için bu teorinin iddialarının bilimsel gözlem ve deneylerle sınanması, elde edilen verilerin bu iddialarla uyumlu olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Canlıların bilinçli bir tasarımla yaratıldıkları açıklamasını da aynı metodla sınamak mümkündür. Tüm bu sınamalar ise tüm canlıların ve evrenin yaratıldıkları gerçeğini ortaya koymaktadır.



Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hür düşünebilen, belli ideolojilere bağnazca bağlanmamış her insan, tüm evrenin ve canlıların kusursuz bir yaratılışla yaratıldıklarını, üstün bir güce, sonsuz bir akla sahip bir Yaratıcı'nın eseri olduklarını kolaylıkla görebilir. Bunun için, kendi bedenini, evindeki tek bir çiçeği, soluduğu havayı düşünmesi yeterlidir. Ancak evrim teorisine bağnazca kapılanların düşünmelerine ve akıllarını kullanmalarına faydası olur ümidiyle, canlıların bilinçli bir tasarımla yaratılmış olduklarının bazı delillerini açıklamayalım:
1. Canlılar, tesadüfi süreçlerle aşama aşama birbirlerinden evrimleşerek türememişler, tek bir anda, özgün yapılarıyla yaratılmışlardır.

Burada belirtilen gerçeği test etmenin en kesin yolu, fosil kayıtlarıdır. Fosil kayıtları, Yaratılış açıklamasını kesin olarak doğrular niteliktedir. Canlılar yeryüzü tabakalarında, kendilerine has yapılarıyla, eksiksiz olarak ve aniden ortaya çıkmaktadırlar. Yaklaşık 530 milyon yıllık Kambriyen patlaması, canlıların yaratıldıklarının en açık delillerinden biridir. Çünkü, bu tabakalarda yaklaşık 100 hayvan filumu, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan aniden ortaya çıkmaktadırlar. Daha önceden sadece tek hücrelilerin ve bazı basit çok hücrelilerin yaşadığı yeryüzünde, birden bire 100 farklı filuma ait canlının ortaya çıkması, bunların birbirlerinden son derece farklı ama bir o kadar kompleks organ ve sistemlere sahip olmaları, elbette ki bilinçli bir tasarımın ve dolayısıyla yaratılışın kanıtıdır.

2. Canlılardaki kompleks yapı ve sistemler tesadüfi doğa mekanizmalarıyla meydana gelmiş olamaz.

Canlıların yaratıldıklarının bir diğer delili de, ancak bilinçli tasarımla açıklanabilecek olan kompleks yapı ve sistemlerdir. Hücre, bakteri kamçısı, kanın pıhtılaşma sistemi, proteinler, beyin, göz gibi birçok organ ve yapı olağanüstü bir tasarıma ve indirgenemez kompleksliğe sahiptir. Bunların bilinçten yoksun cansız maddeler ve tesadüfen meydana gelen doğa olayları sonucunda var olduklarını iddia etmek, evinizdeki video kameranın veya televizyonun bir deprem sonucunda hurda yığınında tesadüfen oluştuklarını iddia etmekten çok daha mantıksızdır. Bir yerde bilinçsiz etkilerle açıklanamayacak, kompleks, anlamlı bir tasarım var ise, o zaman bu tasarımı gerçekleştiren akıl sahibi bir güç de var demektir. Bu çok açık bir gerçektir.



Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemek için getirdikleri mantık dışı itirazlardan biri de, tasarımın nasıl tespit edileceği sorusudur. Bunun cevabı da çok açıktır. Öncelikle sağduyu bu konuda insana yol gösterir. Örneğin ağaçlarla kaplı, insan eli değmemiş bir adada yürüyen ve bu adaya gelen ilk kişi olduğunu düşünen bir insanın karşısına eğer bir araba çıkarsa, bu insan bu arabanın bu adada, kendiliğinden tesadüfler sonucu meydana geldiği sonucuna varmayacaktır. Adada başka insan görmemiş olmasına rağmen, bu arabayı tasarlamış, imal etmiş insanlar olduğundan emin olacaktır. Ayrıca, adaya ilk gelen akıl sahibi varlığın kendisi olmadığını da bu delil (araba) yoluyla anlayacaktır.

Evrimcilerin bu konudaki kaçış yöntemi ise, daha önceki konularda da incelendiği gibi, kompleks olduğu söylenen yapıların aslında doğal seleksiyon yoluyla evrimleşebileceğini iddia etmeleridir. Oysa bu da çok kolay sınanabilecek bir iddiadır. Örneğin, kamçısı olmayan bir bakteriyi laboratuvarda binlerce nesil boyunca yetiştirip, tesadüfi mutasyonlara maruz bıraktıktan sonra, bu bakteride indirgenemez kompleksliğe sahip bakteri kamçısının oluşup oluşmadığı gözlemlenebilir. Eğer, bu deney sonucunda bakteride, bakteri kamçısı oluşursa, o zaman tesadüflerin ve doğal seleksiyonun indirgenemez komplekslikte yapılar oluşturabildikleri iddiasının bir anlamı olur. Bırakın bunu, bu bakteride tek bir yeni proteinin oluşması bile evrimciler için başarı hanesine yazılacaktır. Ancak hiçbir deney böyle bir sonuç vermemiştir. Böyle bir deneyin sonuç vereceğine inanmak, bir hurda yığınını milyonlarca sene bırakıp, ileride bu yığından bir jet çıkıp çıkmayacağını denemek kadar anlamsız olur.

Neyin kendiliğinden oluşabileceği, neyin oluşamayacağı, neyin akıllı bir tasarımın eseri, neyinse kendiliğinden oluştuğu açıktır. Örneğin ormanda yürürken, önünüze çıkan bir ağacın yıkılmış olduğunu görürseniz, bu ağacın kendiliğinden, rüzgar nedeniyle veya bir başka etkenle yıkılmış olabileceğini düşünürsünüz. Ancak ormandaki patikanın sağ tarafındaki ağaçlar ardışık olarak yıkılmış ise, burada bilinçli bir yıkma eylemi olduğunu, buraya gelen akıl sahibi insanların bir plan üzerine yolun bir tarafındaki ağaçları birer atlayarak yıktıklarını ve bunun bir amacı olduğunu anlarsınız.

Öyle ise, canlıları ve yaratılışı düşünelim. Eğer, yeryüzünde tek bir canlı bile yokken, cansız topraktan, madenlerden, kumdan, minerallerden oluşan yeryüzünde, en az bir şehir kadar kompleks bir yapıya sahip bir hücrenin ortaya çıktığını öğrenirsek, bu bize bu hücrenin bilinç ve akıl sahibi bir güç tarafından yaratıldığını gösterir. Kameranın tesadüfen oluşamayacağını bilen bir akıl, kamerayı tasarlamak için model alınan ve kameradan çok daha kusursuz bir sisteme sahip olan gözün de tesadüfen oluşamayacağını görür.
Aslında, bu noktada evrimcilerin içinde bulundukları sığ, materyalist felsefeye bağnazca bağlanmaktan dolayı çok açık gerçekleri dahi göremeyen garip mantık çöküntüsüne şahit olmaktayız.

Yaratılış, hiçbir bilimsel bulgu ile çelişmeyen bir gerçektir. Tüm bilimsel bulgular, hep yaratılışı destekler niteliktedir. Örneğin, Big Bang teorisi, evrenin bir başlangıcı olduğunu ispatlar. Bu ise yaratılış gerçeğini teyid ederken, materyalizmi yalanlar. Canlı türleri fosil kayıtlarında hiçbir evrimsel ataya dair iz olmadan, aniden ve bugünkü halleriyle belirmektedir ve evrimcilerin olduğunu varsaydıkları ara geçiş formlarına ait bir tek fosil dahi bulunmamaktadır. Bu ise evrim teorisini yalanlarken yaratılış gerçeğini ispatlamaktadır. Canlılığın son derece kompleks yapısı ise, tesadüflerin bir ürünü olamayacağını, canlılığın oluşumu için mutlaka akıl, bilinç, bilgi ve yetenek gerektiğini açıkça ortaya çıkartmıştır. Tüm bunlar evrim teorisini geçersiz kılarken, Allah'ın varlığının delillerini de ortaya koymaktadır. Fakat evrim teorisini savunanlar bilimsel bulguları gözardı etmekte ve böylece evrim teorisi adında bir dogma oluşturmaktadırlar.

99. ALLAH CANLILIĞI EVRİMLE YARATMAMIŞTIR


Bazı kişiler hem Allah'a iman ettiklerini hem de evrim teorisine inandıklarını söylemektedirler. Oysa bu hatalı bir bakış açısıdır. Çünkü;

1. Allah'a ve Allah'ın dinine inandığını söyleyen bir insan için tek başvuru kaynağı ve rehber Kuran'dır. Kuran'da ise evrimle birlikte yaratılış olduğuna dair bir bilgi yoktur. Aksine ayetlerde canlılığın ve evrenin, Allah'ın "Ol" emriyle yoktan var edildiği bildirilmektedir.

2. Evrim teorisinin odak noktası, Yaratıcı'nın varlığının inkar edilmesidir. Darwin'den bu yana evrim teorisini savunanların hepsi bunu açıkça ortaya koymuşlardır. Teori, 150 yıldır ateizmin en önemli dayanağıdır. Ateizmin en önemli dayanağı ile Allah'a iman arasında elbette bir ortaklık kurulamaz.

Ayrıca evrim teorisini kabul edilemez yapan bir diğer faktör, evrim teorisinin bilim tarafından yalanlanıyor olmasıdır. Evrim teorisi temel iddialarını bile delillendirememiştir.

98.TÜM ZARARLI İDEOLOJİLERİN TEMELİNDE, DARWİNİST DÜŞÜNCE YAPISI VARDIR


Darwinizm'in neden olduğu belaları tam olarak anlayabilmek için savaşlar, çatışmalar, anarşi ve kargaşa, dolayısıyla acılarla geçen 20. yüzyılın genel tablosunu incelemek yerinde olacaktır. Geçtiğimiz yüzyılda milyonlarca insan bir hiç uğruna, sapkın ideolojilere hizmet adına öldürüldü, katledildi, açlığa ve ölüme terk edildi, bakımsız, evsiz barksız, korumasız bırakıldı. Milyonlarcası hayvanlara bile reva görülmeyecek, insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. Darwinist düşünceye sahip zalim liderler, kitleleri çatışmaya sürüklediler, kardeşi kardeşe düşman ettiler, savaşlar çıkarttılar, bombalar attırdılar, arabaları, evleri, dükkanları yakıp yıktırdılar, mitingler düzenlettiler, cahil kitlelerin ellerine silah vererek hiç acımadan gençleri, yaşlıları, kadınları, çocukları, erkekleri kurşuna dizdirttiler.


İnsanlığa karanlık günler yaşatan bu ideolojilerin başında faşizm ve komünizm gelir. Bunlar birbirine düşman ve birbirini yok etmeye çalışan fikirler olarak görülür. Ne var ki, ortada son derece ilginç bir gerçek bulunmaktadır: Bu ideolojilerin hepsi tek bir fikri kaynaktan beslenmekte, o kaynaktan güç ve destek almakta ve o kaynak sayesinde kitleleri ikna ederek kendi saflarına çekebilmektedirler. Bu kaynak, materyalist felsefe ve onun doğaya uyarlanmış hali olan Darwinizm'dir.

Evrim teorisi, ortaya atıldıktan kısa bir süre sonra biyoloji ve paleontoloji gibi bilim dallarının dışına çıkarak, insan ilişkilerinden tarihin yorumlanmasına, politikadan toplum hayatına kadar birçok alanda etkili olmaya başladı. Özellikle de Darwinizm'in "doğanın bir mücadele ve çatışma yeri olduğu" yalanı toplumlara ve insanlara uygulandığında, Hitler'in üstün ırkı oluşturma saplantısı, Marx'ın "insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir" yanılgısı, kapitalizmin "güçlülerin zayıfların üzerine basarak daha da güçlenmelerini" öngörmesi, üçüncü dünya ülkelerinin emperyalist ülkeler tarafından acımasızca sömürülmeleri, insanlık dışı muamelelere maruz kalmaları, zencilerin hala ırkçı saldırılar ve ayrımcılıkla yüzyüze olması sözde bilimsel bir kılıf kazanmış oluyordu. İnsanları kendilerince gelişmiş bir hayvan gibi görenler, zayıf olanların üzerine basarak yükselmekten, hasta ve zayıf olanları bir şekilde yok etmekten, farklı ve aşağı gördükleri ırkları ortadan kaldırmak için katliamlar yapmaktan hiç çekinmediler. Çünkü bilim maskesi takmış teorileri, onlara bunun "doğanın bir kanunu" olduğunu söylüyordu.

Görüldüğü gibi pek çok insanın toplumsal zararlarının farkında olmadığı Darwinizm, dünyaya çok büyük belalar getirmiştir. Bilimsel hiçbir delili olmayan ve antik bir dogma olmaktan öteye gitmeyen evrim teorisi, günümüzde de kendisini destekleyen bilimsel bulgular olmamasına rağmen, sırf dinsizliği yaygınlaştırmak uğruna körü körüne savunulmaktadır.

97.TERMODİNAMİĞİN İKİNCİ KANUNU(ENTROPİ YASASI)


Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Aynı gerçek "Entropi Kanunu" olarak da ifade edilir. Entropi, fizikte, bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir.

Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur. Öyle ki yüzyılımızın en büyük bilimadamı kabul edilen Albert Einstein, bu kanunu "bütün bilimlerin birinci kanunu" olarak tanımlamıştır. Amerikalı bilimadamı Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü) adlı kitabında şöyle der:

Entropi Kanunu, evrenin her türlü doğaüstü müdahaleye kapalı bir madde yığını olduğunu iddia eden materyalizmi kesin biçimde geçersiz kılar. Çünkü evrende çok belirgin bir düzen vardır, ama evrenin kendi kanunları bu düzeni bozmaya yöneliktir. Bundan iki sonuç çıkmaktadır:

1) Evren materyalistlerin iddia ettiği gibi sonsuzdan beri var olamaz. Çünkü eğer böyle olsa, Termodinamiğin İkinci Kanunu, şimdiye kadar çoktan evrendeki entropiyi maksimum düzeye çıkarmış olurdu ve evren, hiçbir düzene sahip olmayan tekdüze (homojen) bir madde yığını haline gelirdi.

2) Big Bang'in ardından evrenin hiçbir doğaüstü müdahale ve kontrol olmadan şekillendiği iddiası da geçersizdir. Çünkü Big Bang'in ardından ortaya çıkan evren, sadece düzensizliğin hüküm sürdüğü bir evrendir. Ama bu evrende giderek düzenlilik artmış ve evren bugünkü düzenli yapısına kavuşmuştur. Bu, doğa kanunlarına (entropi yasasına) aykırı bir biçimde gerçekleştiğine göre, demek ki evren doğaüstü bir yaratılışla düzenlenmiştir.

Evrende hüküm süren düzen de, bizlere evrene hakim olan üstün bir Aklın varlığını gösterir. Nobel ödüllü ünlü Alman fizikçi Max Planck, evrendeki bu düzeni şöyle açıklar:

Özetlemek gerekirse, pozitif bilimler tarafından doğanın dev yapısı hakkında bize öğretilen herşey, kesin bir düzenin hüküm sürdüğünü göstermektedir; bu, insan zihninden bağımsız bir düzendir. Algılarımızla tanımlayabildiğimiz kadarıyla, bu düzen ancak amaçlı bir düzenleme sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla evrenin bilinçli bir düzene sahip olduğuna dair açık kanıt vardır.

Evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve hiçbir biçimde düzenlenmediğini savunan materyalizm, evrendeki büyük denge ve düzen karşısında büyük bir açmazdadır. Ünlü İngiliz fizikçi Paul Davies, bunu şöyle ifade eder:

Evrende nereye bakarsak bakalım, en uzaktaki galaksilerden atomun derinliklerine kadar, bir düzenle karşılaşırız... Bu düzenli, özel evrenin merkezinde "bilgi" kavramı yatmaktadır. Yüksek derecede özelleşmiş olan ve organize edilmiş bir düzenleme sergileyen bir sistem, tarif edilebilmek için çok yoğun bir bilgi gerektirir. Ya da bir başka deyişle bu sistem yoğun bir "bilgi" içermektedir...

Bu durumda çok merak uyandırıcı bir soru ile karşı karşıya geliriz. Eğer bilgi ve düzen, sürekli olarak yok olmaya yönelik doğal bir eğilime sahiplerse, Dünya'yı çok özel bir yer kılan bütün o bilgi ilk başta nereden gelmiştir? Evren, zembereği yavaş yavaş boşalan bir saate benzemektedir. Öyleyse ilk başta nasıl kurulmuştur?

Evrende var olan ve büyük bir "bilgi" içeren düzen, tüm evrene hakim olan üstün bir Yaratıcı tarafından oluşturulmuştur. Daha açık bir ifadeyle, tüm evreni Allah yaratmış ve düzenlenmiştir.

Açık sistem


Arabanın benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Çünkü bir sisteme dışarıdan enerji girmesi, o sistemi düzenli hale getirmek için yeterli değildir.
Açık sistem, dışarıdan enerji ve madde giriş-çıkışı olan bir termodinamik sistemi ifade eder. Evrimciler, evrim teorisinin Termodinamiğin İkinci Kanunu (Entropi Kanunu) ile açıkça çelişmesinden dolayı bu kanunun yalnızca "kapalı sistemler" için geçerli olduğunu savunurlar. "Açık sistemler"inse bu kanunun dışında olduğunu öne sürerek bir çarpıtmaya başvururlar. Dünyanın bir açık sistem olduğunu, Güneş'ten sürekli bir enerji akışına maruz kaldığını, dolayısıyla Entropi Kanunu'nun dünya için geçersiz olduğunu, düzensiz, basit, cansız yapılardan düzenli, kompleks canlıların oluşabileceğini öne sürerler.

Oysa burada açık bir çarpıtma vardır. Çünkü bir sisteme dışarıdan enerji girmesi, o sistemi düzenli hale getirmek için yeterli değildir. Bu enerjiyi kullanılabilir hale getirecek özel mekanizmalar gerekir. Örneğin bir arabanın benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Böyle bir enerji dönüştürücü sistem olmasa, arabanın benzindeki enerjiyi kullanabilmesi mümkün olmayacaktır.

Aynı durum canlılık için de geçerlidir. Canlılık da enerjisini Güneş'ten almaktadır. Fakat güneş enerjisi, ancak canlılardaki olağanüstü komplekslikteki enerji dönüşüm sistemleri (örneğin bitkilerdeki fotosentez, insan ve hayvanlardaki sindirim sistemleri) sayesinde kimyasal enerjiye çevrilebilmektedir. Bu enerji dönüşüm sistemleri olmasa hiçbir canlı, varlığını devam ettiremez. Güneş'in, enerji dönüşüm sistemi olmayan bir canlı için yakıcı, bozucu ve parçalayıcı bir enerji kaynağı olmaktan başka bir anlamı yoktur.

Dolayısıyla herhangi bir enerji dönüştürücü mekanizması olmayan bir sistem, açık da olsa kapalı da olsa, evrim için bir avantaj teşkil etmemektedir. İlkel dünya şartlarında doğada böyle kompleks ve bilinçli mekanizmaların bulunduğunu ise hiç kimse iddia etmemektedir. Zaten evrimciler açısından bu noktadaki problem, bitkilerdeki fotosentez mekanizması gibi modern teknoloji tarafından bile taklit edilemeyen kompleks enerji dönüşüm mekanizmalarının nasıl ortaya çıktığını açıklayamamalarından kaynaklanmaktadır.

İlkel dünyaya dışarıdan giren güneş enerjisinin de bu yüzden düzenlilik meydana getirecek etkisi yoktur. Örneğin, sıcaklık ne kadar artarsa artsın canlılığın yapı taşı olan amino asitler düzenli dizilimlerde bağ yapmaya karşı direnç gösterirler. Amino asitlerin çok daha karmaşık moleküller olan proteinleri ve proteinlerin de kendilerinden daha kompleks ve planlı yapılar olan hücre organellerini oluşturmaları için de sadece enerji yeterli değildir. Bu ancak üstün ilim sahibi Rabbimiz'in yaratışı ile mümkün olabilir.

96. EVRİMİN AÇMAZLARINDAN BİRİ:BİLGİ TEORİSİ


Bilgi teorisi, evrendeki bilginin yapısını ve kökenini araştırır. Bilgi teorisyenlerinin uzun araştırmaları sayesinde varılan sonuç ise şudur: "Bilgi, maddeden ayrı bir şeydir. Maddeye asla indirgenemez. Bilginin ve maddenin kaynağı ayrı ayrı araştırılmalıdır."


DNA'daki bilginin rastlantılarla ve doğal süreçlerle ortaya çıkması imkansızdır.
Örneğin bir kitap kağıttan, mürekkepten ve içindeki bilgiden oluşur. Fakat, kağıt ve mürekkep maddesel birer unsurdurlar. Kaynakları da yine maddedir: Kağıt selülozdan, mürekkep ise çeşitli kimyasallardan yapılır. Ama kitaptaki bilgi, maddesel bir şey değildir ve maddesel bir kaynağı olamaz. Her kitaptaki bilginin kaynağı, o kitabı yazmış olan yazarın zihnidir.

Dahası bu zihin, kağıt ve mürekkebin nasıl kullanılacağını da belirler. Bir kitap, önce o kitabı yazan yazarın zihninde oluşur. Yazar zihninde mantıkları kurar, cümleleri dizer. Bunları ikinci aşamada maddesel bir şekle sokar. Yani bir daktilo ya da bilgisayar kullanarak zihnindeki bilgiyi harflere dönüştürür. Sonra da bu harfler matbaaya girerek kağıt ve mürekkepten oluşan kitaba dönüşürler.

Buradan da şu genel sonuca varabiliriz: "Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl tarafından düzenlenmiştir. Önce bir akıl vardır. O akıl, sahip olduğu bilgiyi maddeye dökmüş ve ortaya bir tasarım çıkarmıştır."

Canlıların DNA'larında da son derece kapsamlı bir bilgi bulunur. Milimetrenin yüz binde biri kadar küçük bir yerde, bir canlı bedeninin bütün fiziksel detaylarını tarif eden adeta bir "bilgi bankası" vardır. Dahası canlı vücudunda bir de bu bilgiyi okuyan, yorumlayan ve buna göre "üretim" yapan bir sistem bulunur. Bütün canlı hücrelerinin DNA'sında bulunan bilgi, çeşitli enzimler tarafından "okunur" ve bu bilgiye göre protein üretilir. Vücudumuzda her saniye ihtiyaca uygun olarak milyonlarca protein üretilir. Bu sistem sayesinde, ölen göz hücrelerimiz yine göz hücreleri, kan hücrelerimiz yine kan hücreleri ile yenilenirler.

20. yüzyılda yapılan bütün bilimsel araştırmalar, bütün deney sonuçları ve bütün gözlemler, DNA'daki bilginin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, maddeye indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Bir başka deyişle, DNA'nın sadece bir madde yığını olduğu ve içerdiği bilginin de maddenin rastgele etkileşimleri ile ortaya çıktığı kesinlikle reddedilmektedir.

Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt, bu konuda şunları söyler:

Bir kodlama sistemi, her zaman için zihinsel bir sürecin ürünüdür. Bir noktaya dikkat edilmelidir; madde bir bilgi kodu üretemez. Bütün deneyimler, bilginin ortaya çıkması için, özgür iradesini, yargısını ve yaratıcılığını kullanan bir aklın var olduğunu göstermektedir... Maddenin bilgi ortaya çıkarabilmesini sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel süreç ya da maddesel olay yoktur... Bilginin madde içinde kendi kendine ortaya çıkmasını sağlayacak hiçbir doğa kanunu ve fiziksel süreç yoktur.


Werner Gitt'in sözleri, aynı zamanda, son 20-30 yıl içinde gelişen ve termodinamiğin bir parçası olarak kabul edilen "Bilgi Teorisi"nin vardığı sonuçlardır. Evrim teorisinin yaşayan en önde gelen savunucularından biri olan George C. Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin görmek istemediği bu gerçeği kabul eder. Williams, materyalizmi uzun yıllar boyu katı bir biçimde savunmasına rağmen 1995 tarihli bir yazısında, herşeyin madde olduğunu varsayan materyalist (indirgemeci) yaklaşımın yanlışlığını şöyle ifade eder:

Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde çalışmakta olduklarını şimdiye kadar fark edemediler; bu iki alan madde ve bilgidir... Bu iki alan, "indirgemezcilik" olarak bildiğimiz formülle asla biraraya getirilemezler... Genler, birer maddesel obje olmaktan çok, birer bilgi paketçiğidir... Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel objeler hakkında değil... Bu durum, bilginin ve maddenin varoluşun iki farklı alanı olduğunu göstermektedir ve bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı araştırılmalıdır.

Evrimciler yazılarında bazen çaresizliklerini itiraf ederler. Bu konudaki açık sözlü otoritelerden biri, ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé'dir. Grassé, bir materyalist ve evrimcidir, ancak Darwinist teorinin çıkmazlarını açıkça itiraf eder. Grassé'ye göre Darwinci açıklamayı geçersiz kılan en önemli gerçek, hayatı oluşturan bilgidir:

Herhangi bir canlı organizma, inanılmaz derecede büyük bir "akıl" içerir. Bu, insanların en büyük mimari eserleri olan katedralleri inşa etmek için kullandıklarından çok daha büyük bir akıldır. Bugün bu akla "bilgi" (enformasyon) diyoruz, ama anlam hala aynıdır. Bu bilgi bir bilgisayarda programlanmamıştır, ama bilgisayardakinden çok daha dar bir yere, DNA'daki kromozomlara ya da her hücredeki farklı organellere sıkıştırılmıştır. Bu "akıl", hayatın "olmazsa olmaz" şartıdır. Peki ama bunun kaynağı nedir?... Bu, hem biyologları hem de filozofları ilgilendiren bir sorudur ve bilim bunu asla çözemeyecek gibi durmaktadır.

Pierre Grassé'nin, "bilim bu soruyu asla çözemeyecek gibi durmaktadır" şeklindeki ifadesinin aksine,yapılan bütün bilimsel çalışmalar materyalist felsefenin varsayımlarını geçersiz kılmakta ve bir Yaratıcının yani Allah'ın apaçık varlığını ispatlamaktadır.

95.CANLILIK MOLEKÜL YIĞINLARININ ÖTESİNDE BİR KAVRAMDIR


Buraya kadar bahsettiğimiz bütün imkansızlıkları ve mantıksızlıkları bir an için unutalım ve ilkel dünya koşulları gibi olabilecek en uygunsuz ortamda bir protein molekülünün tesadüflerle meydana geldiğini varsayalım.

Tek bir proteinin oluşması da yetmeyecek, söz konusu proteinin, bu kontrolsüz ortamda başına hiçbir şey gelmeden kendi gibi tesadüfen oluşacak başka proteinleri beklemesi gerekecekti.... Ta ki hücreyi meydana getirecek milyonlarca uygun ve gerekli protein hep "tesadüfen" aynı yerde yanyana oluşana kadar. Önceden oluşanlar o ortamda ultraviyole ışınları, şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla hemen yanıbaşlarında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemeliydiler. Sonra yeterli sayıda ve aynı noktada oluşan bu proteinler anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini oluşturmalıydılar. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri karışmamalıydı. Sonra bu organeller son derece planlı, düzenli, uyumlu ve bağlantılı bir biçimde biraraya gelip, bütün gerekli enzimleri de yanlarına alıp bir zarla kaplansalar, bu zarın içi de bunlara ideal ortamı sağlayacak özel bir sıvıyla dolsaydı, tüm bu "imkansız ötesi" olaylar gerçekleşseydi bile bu molekül yığını canlanabilir miydi?

Cevap, "hayır"dır! Çünkü araştırmalar göstermiştir ki, hayatın başlaması için yalnızca canlılarda bulunması gereken maddelerin biraraya gelmiş olması yeterli değildir. Yaşam için gerekli tüm proteinleri toplayıp bir deney tüpüne koysak yine de canlı bir hücre elde etmeyi başaramayız. Bu konuda yapılan tüm deneyler başarısız olmuştur. Bütün deney ve gözlemler ise hayatın ancak hayattan geldiğini göstermiştir. Hayatın cansız maddelerden çıktığı iddiası, bu bölümün en başında da belirttiğimiz gibi, sadece evrimcilerin hayallerinde yer alan, tüm gözlem ve deneylere aykırı bir masaldır.

Bu durumda, yeryüzündeki ilk hayatın da ancak bir Hayat'tan gelmiş olması gerekir. İşte bu, "Hayy" (Hayat Sahibi) Allah'ın yaratmasıdır. Hayat ancak O'nun dilemesiyle başlar, sürer ve sona erer. Evrim ise, canlılığın nasıl başladığını açıklamak şöyle dursun, canlılık için gerekli malzemenin nasıl oluştuğunu ve biraraya geldiğini bile açıklayamamaktadır.

94. HATALI TASARIMLAR HİKAYESİ(TERS RETİNA)


Günümüzün en bilinen evrimci biyologlarından Dawkins'in iddialarından biri de, "canlılardaki hatalı özellikler" argümanıdır. Dawkins, canlılardaki bazı yapıların verimsiz ve dolayısıyla hatalı özelliklere sahip olduğunu savunmakta ve kusursuz bir yaratılışın hakim olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu konuda verdiği en belirgin örnek ise, insan dahil tüm omurgalı canlıların gözünde yer alan "ters-çevrilmiş retina"dır.

Ters-çevrilmiş retina kavramı, omurgalı gözünün retinasındaki "fotoreseptör" (ışık algılayıcı) hücrelerin, gözün ön tarafına, yani ışığa doğru değil de gözün arka tarafına bakacak şekilde yerleştirilmiş olmalarını ifade eder. Bu hücrelerin ışık algılayan yüzeyleri arka tarafa bakmakta, bu hücrelerden çıkan sinirler ise, ışıkla hücreler arasında bir katman oluşturmaktadır. Bu sinirler gözün belirli bir noktasında toplanır ve oradaki bir kanaldan dışarı çıkarlar. Bu kanal üzerinde fotoreseptör hücre olmadığı için de, bu noktada görüntü algılanmaz. "Kör nokta", işte bu noktadır.

Darwinistler, bu "ters çevrilmişlik" durumunu ve bunun oluşturduğu kör noktayı kendilerince malzeme edinmişler, bunun bir hata olduğunu ileri sürmüşler, dolayısıyla aslında gözün doğal seleksiyon vasıtasıyla ortaya çıktığını ve bu gibi garipliklerin beklenmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Richard Dawkins, başta da belirttiğimiz gibi, bu argümanı seslendiren en bilinen kişidir. Dawkins, The Blindwatchmaker'da şöyle yazmıştır:

Her mühendis, fotohücrelerin ışığa doğru yöneltilmesi, kablolarının da arkaya, beyin tarafına doğru uzanması gerektiğini kabul edecektir. Fotohücrelerin ışıktan uzağa doğru bakmaları ve kablolarının ışığa en yakın durumda olmalarını gerektiren bir tasarımı yanlış bulacaktır. Ama tüm omurgalı gözlerinde tam olarak bu yaşanmaktadır.


Biyoloji Profesörü Michael Denton
Bu iddiaları ortaya atan Dawkins ve ona inananlar yanılmışlardır. Yanılgının nedeni, Dawkins'in gözün anatomisi ve fizyolojisi hakkındaki cehaletidir.

Bu konuyu detaylı biçimde gözler önüne seren bilim adamı, Darwinizm'in günümüzdeki en önde gelen eleştirmenlerinden biri olan, Otago Üniversitesi'nden moleküler biyoloji profesörü Michael Denton'dır. Denton, Origins&Design dergisinde yayınlanan "The Inverted Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?" (Ters Çevrilmiş Retina: Hatalı Adaptasyon mu, Önceden Belirlenmiş Bir Adaptasyon mu?) başlıklı bilimsel makalesinde, Dawkins'in "hatalı özellik" olarak gösterdiği "ters çevrilmiş retina"nın, aslında omurgalı gözü için olabilecek en verimli şekilde yaratılmış olduğunu anlatır. Denton, bunu şöyle özetlemektedir:

Omurgalı retinasındaki fotoreseptör hücrelerin çok yüksek enerji ihtiyaçlarını düşündüğümüzde, omurgalı gözünün şaşırtıcı ters çevrilmiş tasarımının, teleolojiye yönelik bir meydan okuyuş olmadığı, aksine yüksek omurgalıların çok aktif olan fotoreseptör hücrelerine çok yüksek miktarlarda oksijen ve besin sağlayan çok özel bir çözüm olduğu ortaya çıkmaktadır.

Profesör Denton'ın üzerinde durduğu, Dawkins'in ise farkında bile olmadığı bu gerçeği anlamak için, öncelikle retinadaki fotoreseptör hücrelerin ne denli yüksek bir enerji ve oksijen ihtiyacı içinde olduklarını belirlemek gerekir. Söz konusu hücreler, biz gözümüzü açık tutup ışık gördüğümüz sürece, her saniye, her salise, çok kompleks kimyasal reaksiyonlara sahne olurlar. Işığın en küçük parçacıkları olan fotonlar, bu hücreler tarafından algılanır. Bu algılama, fotonun başlattığı oldukça detaylı bir kimyasal reaksiyon sayesinde olur ve her an yeniden tekrarlanır. Bu işlem o kadar ayrıntılı ve hızlıdır ki, Denton'ın ifadesiyle, "fotoreseptör tabaka, bilinen tüm dokular içinde en büyük metabolik hızlara sahiptir."


1) Kornea, ışığın odaklanmasına yardımcı olur.
2) Retina, görüntüyü sinir sinyallerine dönüştürür.
3) Göz boşluğundaki damarlar retinayı besler.
4) Işık gözbebeğinin karanlık açıklığından içeri girer.
5) İris kasları, ne kadar ışık alınacağını kontrol eder.
6) Sclera, göz yuvarlağını kaplayan sert beyaz yapıdır.
7) Mercek, görüntüyü odaklar.
8) Optik sinirler gözü beyne bağlar.
Allah'ın üstün yaratmasının tecellilerinden olan göz, olabilecek en verimli şekilde çalışabileceği bir tasarıma sahiptir.


Kuşkusuz, retina hücreleri bu yüksek metabolizmayı ayakta tutabilmek için çok yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç duyarlar. İnsan retinası hücrelerinin oksijen ihtiyacı, böbrek hücrelerinin ihtiyacının iki katı, kalp kasını oluşturan hücrelerin ihtiyacının altı katıdır. Dahası bu karşılaştırmalar tüm retina tabakası esas alınarak yapılmıştır; bu tabakanın yarısından azını oluşturan fotoreseptör hücrelerin enerji ihtiyacı ise tabakanın genelinden daha da yüksektir. Peki görmemizi sağlayan bu hücrelerin olağanüstü derecede yüksek besin ve oksijen ihtiyacı nasıl karşılanmaktadır?

Elbette ki, tüm vücutta olduğu gibi, kan yoluyla...

Peki kan nereden gelmektedir?

İşte "ters çevrilmiş retina"nın neden çok mükemmel bir yaratılış gerçeği olduğu, bu noktada ortaya çıkar. Gözün retina tabakasının hemen arkasında, bu tabakayı adeta bir ağ gibi saran, çok özel bir damar dokusu vardır. Denton, bu konuda şunları yazmaktadır:

Fotoreseptörlerin abartılı metabolik açlığını giderecek oksijen ve besinler, "choriocapillaris" denen çok özel bir kılcal damar yatağı tarafından sağlanmaktadır. Bu, geniş ve düzleştirilmiş kılcal damarların birleşerek oluşturduğu ve hemen fotoreseptörlerin arkasına yerleştirilmiş zengin bir damar tabakasıdır. Bu tabaka ile fotoreseptörler arasında sadece hücre duvarları ve bir de "Bruch zarı" denen özel bir zar vardır; ki bunlar sadece fotoreseptör hücrelerin ihtiyaç duydukları metabolitlerin ve besinlerin geçmesine izin veren son derece seçici bir sınır oluştururlar. Buradaki kılcal damarların çapı 18-50 mikron arasında değişir ki, bu da standart damarlardan çok daha geniş bir boyuttur. Bu özgün damar kanalları ağı, fotoreseptör tabakasını bol miktarda kanla beslemek için adapte edilmiş olduğunu gösteren bütün işaretleri taşımaktadır.

İşte fotoreseptör hücreler bu nedenle "ters çevrilmiş" durumdadırlar. Ortada bir "strateji" vardır. Retinanın ters çevrilmiş yapısı, Dawkins'in sandığı gibi bir "hata" değil, belirli bir amaca yönelik bir yaratılış delilidir.

Denton şu yorumu da yapar:

Omurgalı retinasının tasarımı ne kadar derinlemesine incelenirse, sahip olduğu her özelliğin gerekli olduğu o kadar ortaya çıkmaktadır. Olabilecek en yüksek çözünürlüklü görüşe ve en yüksek muhtemel hassasiyete sahip olacak bir gözü ilk baştan tasarlamaya kalkarsak, omurgalı gözünü aynen baştan inşa etmek durumunda kalırız- ters çevrilmiş retinasıyla birlikte...

Kısacası Dawkins'in ve diğer evrimcilerin "gözdeki hata" argümanı, cehaletten kaynaklanan bir argümandır. Canlılığın detaylarının daha yüksek bilgiyle -ve bilinçle- incelenmesi sonucunda da çürümüştür.